AKÖREN KÖYÜ AKVİRAN( AKÖREN) KÖYÜ SİTESİ
  Örnek Köylülerimiz
 

 

DEDEM


Naci YENGİN

tarihistan.org@hotmail.com

09.12.2008/06.30

Horoz sesleriyle uyanmanın ayrı bir musiki tadı var sabahın kör karanlığında.

Sabahın ilk şafağı ile başlayan horoz sesleri aydınlığa açılan ilk yelkenli geminin gelip horozları sabaha taşıyana kadar devam ediyor

Özel bestelerini peş peşe sıralayan mahallenin horozlarının ses yarışında galip gelen mağlup olan yok. Kendine güvenen çıkıyor dam başına ve ötüyor. Gecenin orta yerinde başlayan ve musikinin nice ilhamlar alabileceği uzun soluklu horozların daha bir iştah ve gümrah sesleriyle yarışa ayrı bir anlam kattıkları mahalle korosunda arada bir cılız sesli ve kısa süren ötüşleriyle yeni yetme horozları da uymak mümkün.

Ve köy uyanıyor.

Toprak uyanıyor.

Tabiat ana yeni güne göz kırpıyor.

Toprak örtü kerpiç evler yeni betonarme köy evleri arasında kaybolup gidiyor. Ancak her şeye rağmen direnmeye devam edenler de yok değil. Bölgeye tarihe ve imkânlara özgü yapılan toprak örtü kerpiç evler arasında sanırım en bakir kalan ve en korunaklı ev dedemin evidir. Çocukluğumun bir bölümünün geçtiği ve her köye gelişimde içerisinde bir maden bulacakmışım gibi dip bucak karıştırmadan köyden ayrılmadığım ev.

Çanaklıkta dedemin köstekli saatini bir gün tamir ettireceğim diye saklar dururum hep. Ama yerinden kaldırmadan, dedeme saygısızlık addederim onu oradan almayı. Çalışsın ve dedemi hatırlatsın biteviye.

 

Yüklüğünden çanaklığına sineklik denilen ve şimdilerde dedemden kalma bazı eşyaları sakladığımız bölüme, gömme dolabına varıncaya kadar her şey ama her şeyi birer birer elden geçirmeden ayrılamam köyden.

İki göz olan bu evlerde pencereler avluya bakardı. Komşu avlulara pencereler bırakılmazdı. Bu bir örftü. Güzel bir adetti hane dokunulmazlığına gösterilen saygı. Hiçbir kanun kitabında yazmayan dinle bütünleşen aile mahremiyeti geleneği korunurdu.

Evler arasında belli bir mesafe bırakılır ve avlu mu mesafenin korunmasını sağlardı.

Cümle kapısından girilirdi avluya.

Kapıda bir çan veya başka ses çıkaracak bir şeyle bulunurdu. Bu ses elli metre ötede evde oturanların rahat duyabileceği bir sesti. Ev sahibi avludan gireni kapı sesinden anlardı gelenin kim olduğunu görmese de.

Dedem avlu kapıdan içeriye girdiğinde öksürürdü.

Bu öksürüğün diğer öksürüklerden ayrı bir anlamı vardı. Bunu bilirdi evdekiler. Gelenin misafir değil bir ev sahibi, bir dede olduğunu bilirdi. Destur işaretiydi dedemin öksürüğü! Toparlanma ve karşılanmaya hazırlanma sesiydi.

Bastonunu vura vura içeri girerdi dedem.

Kalın çerçeveli gözlüğünün numarasını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim dedem meşe palamudundan kendinsin yaptığı bastonuyla gezerdi.

Yalızca öksürürdü.

Öksürerek içeriye girerse bu yalnız geldiği anlamına gelirdi. Yok, bastonuyla kapıya ve yere “tak tak” vurduysa yanında misafirleri olduğunu anlatmak isterdi.

Anam “git bak deden bir şey mi diyor” diye dışarıya ne zaman gönderecek diye anamın gözünün içine bakar ve görevi alır almaz çocuk halimle kapıyı zar zor açar ve aralık soğuğuna aldırmadan dedemi karşılamaya çıkardım.

Yalın ayak başı açık, öksürük, burun akıntısı, üşüme nedir bilmez koşar dedemin kollarına sarılır ve bakkaldan bir şeyler getirmiş olma ihtimalini değerlendirirdim.

Öksürerek avludan içeriye giren dedemin yaptığı ilk iş ahıra girmek olurdu. Ahırda hayvanlara bakar ve onların ihtiyaçlarını giderirdi.

Dedemin avluya girmesiyle birlikte yeni bir hayat başlardı kerpiç evde.

Avludan o öksürük sustu susalı koşmadım aynı heyecanla kapı dışarı.

Gelenin kim olduğuna bakmadım.

Dedemi anlatan seslere de kulak asmadım.

Hala yanan kandiller fitillerin ağır ağır yanışını izlerken gaz yağında bıraktığı islerle beraber köstekli saatin tik tak seslerini arzular gibidir.

          


Abdullah Dayı İle İki Saat
 

Iki saate yakın Babamla birlikte Yaptığımız sohbette bazen duygulu ve bazen de coşkusundan bir şey kaybetmemiş bir delikanlı bulduk karşımızda.

Babama biraz da razı ederek Abdullah Dayı'nın yanına götürmeyi kabul ettirdiğime seviniyorum. Babama göre köyde yaşayan diğer yaşlılardan farklı birisi değil sonuçta. Ancak ben öyle düşünmüyorum. Çocuklugumdan itibaren çok fazla göremediğim, anlattığı kişi hakkında daha yakından ve bizzat kendisinden bir şeyler Öğrenme yoluna gitmeliydim onun hakkında kesin bir şeyler ürettiği ve. Bu düşüncemi uygulamaya ancak kırk yaşından sonra başlamış olmam ayrı bir mesele ama iyi ki öyle yapıyor ve onu anlatılanlardan değil bizzat kendi ağzından tanımaya çalışıyorum.

Bir Asrın arkasından bakarak "daha dün gibiydi" ifadesin kullanması beynin Mucizevi sanatını ortaya koyuyor. Çocukluk günlerinden Gençliğine, evliliğinden Çalışma hayatına ve hanımının ölümünden yalnızlaşan bir hayatın içinde torunlarıyla birlikte hayata yeniden tutunmaya ... Asrın özetiydi onun için.

"Hayat bir oyun ve göz açıp kapanıncaya kadar geçen süreymiş meğerse!"

Yüz yılın sonunda bunu söylemek müthiş bir etki bırakıyor Ende. Sohbetimiz daha başlamadan bitiyor adeta.

Soracak sorularımı unutuyor ve dalıyorum sorularımın böğrüne basa basa. Soru değil daha çok Hasbihal bizimkisi. Ne de olsa akraba sayılırız uzaktan da olsa. Ona göre köyde herkes akraba. Kim kimin nesi oluyor. Kim kimlerden kız alıp onu kesin onu şeyin tanığı vermiş.

Feyzullah rahmetli dedemin çok samimi arkadaşı. Zaten biraz da oradan bize yakınlık duyuyor.

"Ben Feyzullah'ın torunuyum" dediğimde,

"Hee. Okuyan sen değil misin?"

"Evet, ben oyum."

"Tamam şimdi çıkardım."

Evet, çıkarıyor ve beni orada dondurmuş. Okumaya giden Feyzullah'ın torunu. Menyeli Mehmet'in oğlu olarak duruyorum bir Asırlık hafızasında. Buna seviniyorum. En azından hafızasında bir sorun yok. Ancak biraz konuşma zorluğu çekiyor. Dişlerinin de olmaması bunda epey pay sahibi.

Ben deha çok gençlik yıllarına gitmek istiyorum. O da bunun farkında olmalı ki, lafı döndürüp dolaştırıp oraya getiriyor. Ben başka konulardan bahsetsem de o buna aldırış etmeden bildiği yoldan yürümeye devam ediyor.

Onun gençlik yılları bir İmparatorluğun yok olmaya yüz tuttugu, yok olduğu yıllar. Bu milletin küllerinden yeniden Doğduğu yıllar.

O gençlik yılları ki Yunan ordusunun Ege İşgalinde Akören Köyünün karþýsýnda KARARGAH kurarak konakladığı yıllar.

O gençlik yılları ki çeteciligin kol gezdiği, bir yandan Yunan Zulmü diğer yandan eşkıyaların köyleri talana çıktığı ne ne yoksa alıp Götürdüğü yıllar.

Abdullah Dayı kökenlerinin Konya'ya dayandığını söylüyor. Kendisi inşaat ustasıymış zamanında. Geçimini çiftçilik yaparak sağlıyor aile. Hatta babam bizim evin önündeki damın Ey ve Ali Dayı tarafından yapıldığını söylüyor.

Konya'dan köye gelenin ilk olarak büyük büyük dedesi Mehmet olduğunu, onun oğlu Mustafa, Mustafa'nın oğlu Abdullah ve Abdullah'ın oğlu kendisi olduğunu ifade ediyor. Böylece 350 bir mazileri olduğu ortaya cikiyor bu köyde yıllık YAKLAŞIK.

Hatta Osmanlı Devletine dair önemli bir ayrıntıyı da ifade ederek beni utandırıyor laf arasında.

"Büyük Dedem Mehmet Konya'dan geldiğinde köylü onu cahil birisi sanmış. Ancak Dedem İstanbul'a giderek şeyhülislam'dan köyde Cuma namazı kılınabilir ve kıldırabilir diyerek icazet almış. Ondan sonra Çevre Köyler Akören (Akviran-Ağviran) köyüne Cuma namazı kılmaya gelirlermiş."

Böylece Osmanlının önemli uygulamalarından birisinin de cuma namazı kıldıracak imamları rast gele seçmediği ve cuma imamlarının halkı aydınlatacak önemli kişiler olduğunu anlıyoruz. Ayrıca Akören Köyünün Osmanlı'da cuma kılınabilecek merkez bir köy olduğu bilgisine ulaşmış bulunuyoruz. "İğdecik, Kızılavlu, Dombaylı ... Bazı köylerde Cuma namazı kılınmaz bizim köyde kılınırdı."

Hatıralar yumağı içerisinde kalan bir heyecanla beynini zorladığı kesin cümleleri bölük pörçük ifade ederken Abdullah Dayı'nın.

Miladi 1912 doğumlu olduğunu hatıraları da ele veriyor. Şerif Hocaların Mustafa Abdullah Dayı iki yaşındayken Cihan Harbine çagrilmis. Savaş bedeli veremediği için savaşa gitmek zorunda kaldığını söylüyor. Sevkiyat Kuladan gerçekleşmiş. Konya'dan köye, ailesine ilk ve tek mektubu gelmiş asker Mustafa'nın. Para istiyormuş. Para denkleştirilip gönderilmiş Mustafa'ya bıraktı ancak kendisine ulaşmadan Kafkas cephesine Ruslarla savaşmaya gitmiş. Mustafa Kafkas cephesinde Allahüekber Dağlarında diğer binlerce şehit gibi şahadet şerbetini içmiş. "Bıymış" Abdullah Dayı'ya göre. Şu anda orada şehit düşenler arasında isminin yazması boşuna değildir hani. Tıpkı köyden çıkan doksan beş yiğidin ancak üçünün geri dönebildiği I. Cihan Savaşina çok şehit vermiş bu köy.

I. Cihan Harbinden sonra seferberlik başlamış. Bu sefer vatanı işgal eden Yunan'a KARŞI verilmiş çetin mücadele.

Yunan işgalinin 15 Mayıs'ta İzmir'de ile başlayan kuşatma hareketi haziran sonunda Salihli ve köylerini de sarmıştı. Kara Kazım Paşa denilen) Kazım Özalp Olabilir.NY) komutan köylere gizliden gizliye hazırlanmaları için bildiriler dağıttırmış.

"Köylerinizden çıkarabildiğiniz kadar Çete çikarip Yunan'ı def edelim." Diyerek köylere kömür dağıtma bahanesiyle Milli Mücadelenin gizliden gizliye hazırlıkları yapılmaya çalisilmis.

Köyden çetecilik denilen Kuva-i Milliye'ye katılan dört kişi olmuş. Abdullah Dayı bunların ikisini hatırlayabiliyor: Şerif dayı ve Mehmet Gök

Gök Mehmet denilen şahıs Abdullah Dayı'nın büyük Abisi oluyor. Kula'da Koyuncuoğlu Çetesine Katılmış. Bu arada köye Yunandan başka baskın yapan bazı çevre köy ve çetelere karşı mücadele edilmiş. Hatta Köye baskın yapan yedi çeteci Alaşehir'de öldürülmüş Üstelik bunların BAŞI da Çakır Emine denilen bir kadınmış. Onun da derisini yüzerek cezalandırmışlar!

 





 

ABDULLAH  DAYI

           Naci YENGİN

 

      Soğuk bir kış günü.

      Ocak ayı bütün haşmetiyle köye inmiş.

      Köy deresinin son yıllarda  iyiden iyiye azalan suyu donmuş.

      Derede oynaşan ördekler buzun üzerinde durmaya ve adeta buz pateni yaparcasına bir şeyler bulup karınlarını doyurmaya çalışıyor.

      Erken filizlenen ağaçların tomurcukları soğuktan büzüşmüş.

      Dere kenarındaki evinde otuz yıldır oturan Abdullah Dayı  geçen yıl ölen oğlundan kalan son hatıra  on dört yaşındaki torunu ile birlikte  yaşıyor.

      Kar yağmasa da bu mevsimde Ege’nin poyrazı insanın kemiklerine kadar işliyor. Yazdan biriktirdikleri meşe odunları kışı atlatacak gibi görünmüyor. Abdullah Dayı ve torunu güneşin sıcak yüzünü gösterdiği günlerde dağa çıkıp kütük toplayarak sert ve uzun geçen kışa karşı önlem almaya çalışıyorlar.

       Abdullah Dayı ve torunu bazen, yüzyıllar öncesi dedelerinin yaşadığı ve eski köylerinin bulunduğu Kıraçdere’den bazen de köy delikanlıların Efe kıyafetleri giyerek ‘Harmandalı’ türküsü eşliğinde  at üzerinde gelinleri dolaştırılıp yanından geçtikleri ve ‘Arabın Evleri’ türküsünü okudukları Şeytanlıyar’a gidip oralarda çalı çırpı topluyor, sobanın karnını doyurup  üşümekten kurtulmaya çalışıyorlar.

      Ocak ayının bütün şiddetiyle hakim olduğu tabiatın kendine göre bir güzelliği olurdu. Bu güzelliği dedesiyle birlikte dağlara çıktıklarında daha yakından görür ve hiç dönmek istemezdi dört duvar arasına Ümmü Gülsüm.

      Güneşin ilk ışıkları gözlerine dolar ve bir daha uyuyamazdı sabahın erken saatlerinden itibaren Ümmü Gülsüm. Dedesi köydeki diğer dedelere benzemiyordu. Ağaran sakalı,nasırlaşan elleri ve yüzyıllık çınar ağacına benzeyen yüz hatları ile adeta geçmişten bize kalan bir hatıra gibi dururdu dedem. Anlattığına göre Hicri 1328 doğumluymuş. Bunun günümüzde hangi yıla denk geldiğini  köyümüze yılda bir iki  izinli olduğu zamanlarda gelebilen  Tarih öğretmeni Mehmet Amcadan öğrenebilmiştim. Dedem tamı tamına 96 yaşındaydı. Köyde dedemden daha yaşlısı yoktu. Bunun bir çok faydası oluyordu bana. Mesela köyle,bölgemizle ilgili  öğretmen bir ödev verdiğinde dedeme sorar ve  her şeyin canlı tanığı olarak dedemi örnek gösteririm.

      Ege Bölgesinde Yunanlılara karşı kazandığımız savaş sırasında dedem on üç yaşındaymış. Her şeyi bütün ayrıntılarıyla hatırlıyor. Hatta Yusuf Hoca olarak Kuva-i Milliye içinde bölgemizde nam salmış birisinin torunu olmakla da her zaman gururla bahsederdi.

      Köyümüz Manisa’nın Salihli İlçesine 20 km. mesafede  Akören Köyü. Ancak köy deyip de geçmemek gerek. Zamanında kasaba olan köyümüzün 15 bin nüfusu varmış. Fakat zaman içerisinde nahiyemiz Adala (Karataş)  ve ilçemiz Salihli’nin önem kazanması,göçler ve Yunan zulmü gibi sebeplerle şimdiki nüfusuna  700’e düşmüş.

      Köyümüzün mezar taşlarından öğrendiğimize ve tarihçi amcanın anlattığına göre bilinen tarihi 1560’lara kadar gerilere gidiyor.  Zaten ismi de öyle. Önce Havran (Lidya ve Helenistik Dönem), sonra ise Osmanlı Devleti döneminde Ağviran olarak benimsenmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında Akviran, son yıllarda ise Akören olarak söylenir olmuş.

      Köye gelenlerin ilk görüştüğü kişi elbette dedem oluyor öncelikle. Özellikle tarihimizle ilgili her şeyi dedeme sorabilirsiniz. Bağımsızlık Savaşımıza köyümüzden 93 kişi katılmış bunların ancak üçü geri dönebilmiş. Dedem  isimlerini sayarken sicim gibi akan gözyaşlarını silmekten de geri durmuyor. Zaten dedemin ağladığına ancak böyle bir konuyu anlatırken görebilirsiniz. Göz yaşları beyaz sakallarının arasından kendine bir yol çizer ve toprağa düşerken sanki düşmek istemiyormuş gibi son damlaları sakalların arasında tutunmaya çalışır. Aynı durum  ab dest alırken de yaşanır ve ben dedemin her vakit ab dest alacağı zamanları iple çekerim.

      Dedemin diğer yaşlılardan biraz farklı olduğunu söylemeliyim. Mesela hiçbir zaman  köy erkeklerinin sürekli gittiği kahvehaneye gittiğin e şahit olmadım. Altmış yıldır gitmediğini söylüyor. Hiçbir zaman  düğün,kına gecesi gibi eğlence yerlerine gitmez. Mecbur olmadıkça şehre inmez. Ve küçücük odasında başını kıbleye verip dört numara gözlüğü ile tam olarak seçemediği ve benim henüz öğrenemediğim eski yazı ile bir şeyler okur. Yalnız birisi çağırırsa o zaman misafirliğe gider. Önceleri acaba benim yüzümden mi diye düşünüyordum. Ama öyle değilmiş. Milli Mücadelede  Yüzbaşı Hafız Ahmet’in sohbetlerine katılmaya başladıktan sonra böyle olmuş.

      Yüzbaşı Hafız Ahmet Alaşehir’de medrese eğitimini tamamlayan Milli Mücadelede yüzbaşılık rütbesine kadar yükselen 1969’da ölen bölgemizin ve köyümüzün en saygıdeğer şahsiyetlerinden birisi. Dedem söz verdi Kurban Bayramı öncesi mezarının başına gidip mersin dikip dua edeceğiz.   Hafız Ahmet dedin mi akan sular durur bizim köyümüzde. İstiklal madalyası ve kılıcı hala durur torunu Ömer Abilerin evinde! Dedem o zamanlar Hafız Ahmet’in dizinin dibinden ayrılmazmış. Biraz da çevrede tanınmasına buna borçlu sanırım. Köy köy dolaşır insanlara bir şeyler anlatıp onların dertlerini dinlerlermiş. Malı mülkü yerinde olmasına rağmen Hafız Ahmet bir yoksul gibi yaşar muhtaç sahiplerine elinden geldiğince yardım eder ve ettirirmiş. Hatta onun çabalarıyla 1946’da köye ilkokul yapılmış. Daha sonra da şimdilerde yenisi yapılan eski caminin yapılmasında ön ayak olmuş.

      Dedem Hafız Ahmet’in ölümünden sonra bir süre ümidi kırılarak kol kanatsız kalan birisi gibi oradan oraya dolaşmış. Adeta hafız Ahmet’in ayak izlerini aramış her gittiği yerde ama bir türlü bulamamış. Daha sonra kendi kendine söz vermiş ve eski yazıyı yazabilecek kadar iyi öğrenmiş. Şimdi hem şimdiki alfabemizi hem Osmanlıca’yı rahatlıkla okuyup yazabiliyor. Ah keşke gözleri biraz daha net görebilse!     

      Gözleri,dişleri ve kulakları eskisi gibi değil. Ağzında tek sağlam görünen dişi sol ön alt çenede iğreti gibi duruyor. O da düşse ağzının tamamına yeni diş taktırmak gerek. Bazen yemek yerken lokmaları yutmakta zorlanıyor. Gözlerinden ameliyat olmasına rağmen bir düzelme görülmedi. Kulakları yaşa dayalı yarı sağır. Ama Allah biliyor ya o kadar dinç görünüyor ki. Bu yaşına rağmen her sabah namazdan sonra şöyle bir köyün altını üstünü turlamadan edemiyor. Sanırsınız köy bekçisi. Herkesin uykuda olduğu bir saatte böyle bir şey yapmayı alışkanlık haline getirmesi küçük yaşlarına dayanıyor.

      Anlattığına göre dedem, Menyeli Hüseyin  ve  Hacı Osman Yunanlıların köyümüzü işgal ettiği yıllarda Kuvvacı dedikleri Kuva-i Milliyecilere  gözetmenlik yapmış! Hatta köylünün  Kara Kazım dediği Kazım Özalp’ten kaçan Yunanlıların  köyün karşısında birkaç gün köyü gözetlemeleri sırasında dedem ve arkadaşlarının Yunan askerlerinin atlarını salıverdikleri Kazım Paşa’nın kulağına kadar gitmiş ve Yunan’ın kaçışı sırasında köye uğrayan Paşa köylüye hitaben bir teşekkür konuşması yapmıştı.  Köyümüzün gururu olan “doksan şehidin kanlarının yerde kalmadığını” anlatan Paşa çocukların gözlerinden öpmüştü!   

      Dedemin boncuk boncuk yere dökülen göz yaşlarının içinde saklı duran duyguların ne anlama geldiğini anlamak için vatanımızın hangi şartlarda kurtarıldığını anlamak gerek kuşkusuz. Benim bu duyguları tam olarak anlamam ve anlatmam mümkün değil.

      Küçücük odasından  çıkmasını sağlamak  için önemli bir sebep bulmam gerekiyor. İçim kıpır kıpır. Babamın ve Babaannemin mezarını ziyaret edeceğiz. Bugün Arefe.  Buraların adetlerinden birisi de  Ramazan ve Kurban Bayramlarından bir gün önce ikindi namazından sonra mezarlığa gelinir ve dualar arasında ziyaret edilen  akrabaların unutulmadığı mesajı verilirdi. Bu bende  onların da bizimle birlikte yaşadığı düşüncesinin yerleşmesinde en önemli etkenlerden birisi olmuştur. Ölülerden korkmak değil onlarla iç içe bir hayat sürdürmek babamın anlattığına göre bizim binlerce yıl öncesine dayanan geleneğimizmiş!

      Köyle bitişik Yeni Çeşme’nin yanında yüzyıllardır köye gidip gelenleri karşılayan mezarlık  bakımsız da olsa atalarımızın ebedi evi. Hangi saatte yanından geçsek ellerimizi havaya kaldırıp bildiğimiz duaları okumadan geçmediğimiz yakınlarımızın evini ziyaret etme duygusu biraz heyecan biraz da onlarla yakınlaşma duygusu uyandırıyor bende. Dedem ölen ancak tanımadığım akrabalarım hakkında merak ettiğim sorulara cevap vermekten bıkmazdı. Adeta  burası onun gerçek eviymiş ve bizler onun misafiriymişiz gibi mezarların üzerindeki otları temizler ve misafirlere ikrama boğardı. Hatta dedemin bu özelliğini bilen çocuklar bayramdan bir gün önce el öpmeye başlarlardı. Sanırım köyde öpülen ilk el dedemin elliydi. Çocukları eli boş göndermeyen dedemin mezarlıkta özellikle babaannemin mezarının yanında bir yandan kendiliğinden akan göz yaşlarını silen eli bir yandan da gelen çocukların başını okşamasına kıskanırdım! Ama o babaannemin yanında olduğu kadar hiçbir zaman mutlu ve huzurlu görünmüyordu. Bunu fark ettiğimi anladığında ise yaşlı ancak güçlü kollarına alır ve asırlık çınarın nasırların parmaklarıyla yüzümü ve gözlerimi okşar, beyaz sakallarının arasına alırdı alnımı.

      Gerçek evinin neresi olduğunu  anlamak güçtü dedemin.

      Sanki yüzyıllar ötesinden gelen bir akıncı beyi idi.

      Geçmişten getirdiği tecrübelerle  bizi geleceğe hazırlamak için gönderilmişti...

 

 

 

 

 

 
  BY TARİHİSTAN.ORG