AKÖREN KÖYÜ AKVİRAN( AKÖREN) KÖYÜ SİTESİ
  AKÖREN KÖYÜ-SALİHLİ-MANİSA
 

Akören (AKVİRAN) KÖYÜ SİTESİ
   www.tarihistan.org
     
KURULUŞUDUR



                             Akören (Akviran) Köyü Camii 

 

        YÜZBAŞI HAFIZ AHMET’İ TANIMAK…

            DAMADI HÜSEYİN KAHRAMANLA SÖYLEŞİ…NACİ YENGİN YAZDI
www.tarihistan.org

 

            Bekli birçok insandan en farklı yönlerimden birisi de ısrarcı olmamdır.

            Tasarladığım, arzuladığım ve merak ettiğim konuların üzerine gitmek ve kafamdaki soruların cevaplarını almadan vazgeçmemedir!

            Küçüklüğümde efsaneleriyle büyüdüğüm Yüzbaşı Hafız Ahmet konusunda birkaç kez yazmış olamam rağmen bir türlü tatmin edici bilgilere ulaşamamış olduğumun da farkındaydım!

            Bu durum başta beni rahatsız ediyor ve yayınladığım yazılara gelen yorum ve taleplerde bu yönde oluyordu. Ortada somut bir şeyler yoktu.

            Mesela onu bizzat tanıyan ve onunla birlikte zaman geçiren ve bizzat onun ağzından anlatılanları dinleyen insanlarla bir türlü konuşamıyordum. Anlatılanların birçoğunu ya biliyordum ya da bildiklerim tekrar ediliyordu!

            Ancak bu gün daha farklı bir bilgi kaynağına ulaşma imkânı bulabildim!

            Akören Köyü İmamı çocukluk arkadaşım ve anne tarafından akrabam olan Tacettin Ateşle birlikte kalkıp Yüzbaşı Hafız Ahmet’in 90 yaşındaki damadı Hüseyin Karaman’ın evine gittik.

            Köyde daha çok Neciplerin Hüseyin lakabıyla bilinen Hüseyin Kahramanın Yüzbaşı Hafız Ahmet’in damadı olduğunu açıkçası ben de bilmiyordum!

            Ancak köyün Yukarı Mahallesine denk gelen evine varmak için epey yol yürümemiz gerekiyordu. Bu vesile ile yıllardır dolaşmadığım, uğramadığım ve unuttuğum sokaklardan yeniden geçme ve sokakları hatırlama imkânı buldum! Ancak ne buluş, ne hatırlayış!

            Geçtiğim sokaklar bir harabeyi andırıyordu. Adeta terk edilmiş ya da işgalden yeni kurtulmuş ya da deprem sonrası ilk kez biz ulaşmışız gibi bir hali vardı bu mahallenin!

            Yukarı Mahalle yüz yıllık kerpiç evlerin yıkıntılarından oluşuyordu adeta. Fotoğraf çekebildiğim birkaç ev dışında sağlam ev kalmamıştı. Gençliğimin o güzelim evleri yoktu. Anlaşılan gençliğimizle birlikte köyün bu mahallesi de terk edilmişti! Hâlbuki bu mahallenin köyün sosyal hayatında çok büyük önemi vardı. Özellikle düğünlerde Dibek Denilen yerde Yarenbaşının önderliğinde Dibekte keşkek dövülür ve düğün eğlencesi buradan başlardı. Bir de Köy Odası vardı. Köye gelen konuklar, çerçiler, satıcılar, çömlekçiler, kalaycılar, deveciler, ırgatlar… Kalır ve mahalleli onlara yemek verirdi bu kocaman ve adeta konak misali büyük olan bu evde. Ancak şu anda onunda yerinde yeller esiyordu! Bir duvarı kalmıştı yıkılmadık! En çok Köy Odasının bu acıklı halini görünce üzüldüm diyebilirim!

            Köyün en dışında kalan evde oturuyor Hüseyin Kahraman. Nam- diğer Necibelerin Hüseyin!

            Yaşlılıktan olduğun sanmam ancak beni tanıyamaması normal. Belki küçüklüğümü hatırlıyordur! Olsun yine de Tacettin ile beni görünce kendisiyle ilgilenen ve kendisine bir şeyler danışmaya gelen birilerini olduğunu hissetmesi onu duygulandırmış olmalı ki gözyaşlarını tutamadı!

Ancak lakabımızı söyleyince çıkardı adımı!

             Dayı ben Menyeli Mehmet’in oğlu…”He tamam şimdi çıkardım. Sen şu okuyan değil misin?”

“Evet, ben o okuyanım.”

             “Hayırdır hoş geldiniz. Ne iyi ettiniz.”derken bir yandan da evine buyur ediyordu. Yanında gelini ona yardım ederek bizi içeriye aldılar.

            “Hüseyin Dayı bizim sebebi ziyaretimiz hem sizi tanımak hem de kayınpederiniz Yüzbaşı Hafız Ahmet hakkında bildiklerinizi bizimle de paylaşmanız.”

            “ Ne güzel. Allah’ıma binlerce şükür demek ki bu zamana kadar beklemek gerekmiş. Buna da şükür. Kimse bu konuda kapımızı çalmadı. Malum benim yaşım 90.

            Ancak korkuyordum bunları birilerine anlatamadan ölürüm diye! Demek Hafız Ahmet’i merak edersiniz ha! Ne güzel. Ne güzel. Öyle insanları merak etmek lazım! Bizler ne yaptık ki. İşte hayatımız leşberlikle (çiftçilik) gelip geçti. Ancak onların yaptıkları unutulmamalı!”

            Bir yandan anlatıyor bir yandan da bizi en güzel şekilde ağırlamanın gayreti içerisinde elinden geleni yapıyordu Hüseyin Dayı!

            “Benim babam İbrahim ben bir buçuk yaşında iken Çanakkale’de kalmış. Çanakkale’de bacağından yaralanmış babam. Şarapnel parçası bacağında kalmış. Bacağı kangren olmuş. Daha sonra köye dönmüş. Hastanede İzmir’de ayağı kesilmezse öleceğini söylemelerine rağmen ayağını kestirmemiş. Yunan buralardayken oluyor bunlar. Yunan buralarda üç sene kalmış. İzmir’de ameliyat olmayınca orada kalıyor. Yunanlılar hala oraları işgal ettiği için cenazesi İzmir’de kalmış babamın! Daha sonra anam başka birisiyle evlenmiş. Ben üvey babanın yanında sığıntı olarak yaşadım.

            18 Ekim 1941’de askere gittim. Askerde 4 sene kaldım. O zamanlar ikinci dünya harbi vardı. Önce jandarma acemisi olarak 6 ay Yozgat’ta kaldıktan sonra Erzurum Hasankele’de askerliğimi tamamladım. 1945 Nisan ayında da askerliğimi tamamladım. Askere gitmeden 15 gün önce Hafız Ahmet’in kızı ile evlenmiştim ben. Evliliğimizin on beşinci günü bizi seferberliğe çağırdılar ve askere gittik. Askerlik dönüşü benim babalık bizi evinden ayırdı biz de kendi hayatımızı kazanmaya ve ileşberliğe başladık!

            Hafız Ahmet 1302 doğumludur. Ben onu askere gitmeden de tanırdım. Zaten köy yeri herkes birbirini tanır. Ben Hafız Ahmet’in kızı ile 1941’de evlendim. 1941’den ölümüne 1969’a kadar ona en yakın insanlardan birisiydim ben.

            Ben Kara Hoca’nın yanında okumak istedim ancak okuyamadım. Babalığımın yanında olduğum için okutmadılar beni!  O zamanlar köy okulu şimdiki caminin yanında idi. Kocaman tahta parkeden yapılmış bir binaydı. O okulda Kara Hoca daha çok ders verirdi. Ancak benim babalığın babası gelirdi bazen ders vermeye. Ona Koca Hoca derlerdi. Derin okumuştu o. İsmail Hoca fazla yaşamadı. Bizim babalık normal bir hocaydı. İsmail Hoca daha derin hocaydı!

HAFIZ Ahmet Alaşehir’de Medrese eğitimi almış. Mersinliden Mahmut Hoca, Yağı Basandan Hüseyin Hoca bir de… Onun ismini hatırlayamayacağım. Bu civarda en derin âlim olarak bilinen üç hoca olarak bilinirlerdi. Arabiyat bilen ve medrese eğitimi gören ve Kuran’ı yorumlayabilecek derecede bilgisi olan insanlardı!”

            -Hafız Ahmet Hoca nasıl bir insandı?

            -“Devletten hiç maaş almazdı. Hatta teklif ettiler kabul etmedi! Leşberlikle geçimini sağlardı. Gönüllü olarak camii hocalığını sürdürürdü.

            TBMM’den İstiklal Madalyası gönderdiler kendisine. Ancak o İstiklal Madalyasını İstiklal Harbinde yaralanıp kolunu kaybeden Yeşil kavaklı Halil İbrahim’e verdi! İstiklal madalyasını dahi sakat olduğu için Çolak Halil İbrahim’e verecek kadar mütevazı birisiydi. Kimseden bir beklentisi olmazdı. Yaptığı her şeyi vatanı için yaptığını söylerdi.

            Dönemin hükümeti malullük maaşı teklif etti ancak Hafız Ahmet bu maaşı dahi kabul etmedi!”

            -Hafız Ahmet’in seferberliğe gittiği ve Milli Mücadele’de savaşlara katıldığı hep anlatılır. Nerelerde savaşmış, kimlerle birlikte bulunmuş anlatır mısınız?

            -“Köyden ilk çıktığında Bintepeler’de Kuvay-ı Milliye birlikleri oluşturan ve Yunan’a karşı mücadele eden Çerkez Ethem’in kumandası altına girmiş önce.

            Hafız Ahmet Yüzbaşı idi. O zamanlar okuyanlara askeri okula gitmese de rütbe verilebiliyormuş. Çerkez Ethem o zamanlar Kuvay-ı Seyyare kumandanıymış. Burada çok çetin mücadeleler verilmiş. Bir ara kızak zamanı-Ekin Biçme Mevsimi- ( Bu arada Hüseyin Kahraman tebessümlerin gizlemeden gülüyor ve sanki o gün Hafız Ahmet’le konuşuyor gibi heyecanlanıyordu) bizim köyden Kırlı Mahmut gibi üç dört kişi de seferberliğe Çerkez Ethem’in kuvvetlerine katılmış. Buralardan gidenlerin hepsi Yüzbaşı hafız Ahmet’in mahiyetinde savaşıyormuş.

            Hafız Ahmet bir ara ekinleri kaldırmak ve harmanı hasat etmek için köye gelmeye çalışmış. Kırlı Mahmut’a bölgenin(Bintepelerin) sorumluluğunu bırakarak kendisi ekinlerin yanına gelmiş. Ancak tam köye geleceğe sırada çapaklı tarafında birisi Hafız Ahmet’in yolunu keserek nereye gittiğini sormuş. O da durumu anlatmaya çalışırken karşısındaki kumandan Bintepelerdeki bölüğün Yeşilkavak’a kaydırıldığını haber vermiş Hafız Ahmet’e. Bu sırada Çerkez Ethem Bölüğü ve tüm Kuvay-ı Seyyarenin Ege askerlerini Salihliden kumanda etmeye başlamış. (Eşref Sencer Kuşçubaşının Çiftliğinde-Şu anda Anadolu Lisesi binasının olduğu yerden NY.)

            Yüzbaşı Hafız Ahmet bu haber üzerine apar topar köye gelmiş ancak. Köyde kalmayarak çocuklarıyla birkaç saat hasret giderdikten sonra tını atlayarak Yeşilkavak İstasyonundaki bölüğünün başına gitmiş. Orada atını bırakarak tren yoluyla Afyon Cephesindeki birliğine ulaşmış.

            Afyon’da birliğine teslim olduktan sonra Erzurum’a gitmiştir. Birliği Erzurum’a Kazım Karabekir Paşa’nın maiyetine verilmiş ve Erzurum’a vardıklarında Kazım Karaabekir’in ordusuna dâhil olmuşlardır. Bu sırada Kazım Karabekir Paşa Ermenilere karşı mücadele etme görevini vermiş ancak Hafız Ahmet Paşa Ermenilerle yaptığı mücadelede yarnından (sırtından) yaralanmıştır. Ancak savaş meydanında yaralı olarak kalan Yüzbaşı Hafız Ahmet’in yardımına bir asker yetişmiş ve cephe gerisine taşıyarak onun Ermeniler tarafından öldürülmesini engellemiştir.”

            Erin sırtında sıhhiye çadırına kadar taşınan Hafız Ahmet burada tedavi görmüş ve burada sağlığına kavuşmuştur. Doğu cephesinde Ermeni isyanına karşı başarılı olup Ermenilerle Gümrü Antlaşması yapıldıktan sonra 3 Aralık 1920 sonrası doğuya giden birliklerimizle birlikte Hafız Ahmet de Batı Cephesinde Yunanlılara karşı mücadele etmek amacıyla Ege Bölgesine gelmiştir.

            Afyon Cephesinde Mustafa Kemal’in önderliğinde Dumlupınar Muharebelerine katılan hafız Ahmet buralarda önemli başarılar kazanmış ve Sakarya Savaşından sonra gerçekleştirilen Büyük Taarruz Başkomutanlık Meydan Muharebesinden sonra Yunanlılar bozguna uğratılmıştır.

            Hüseyin Kahraman kayın pederinin karşısında duruyor gibi elleri dizlerinin üzerinde saygıyla anlatmaya devam ediyor.

            “Hatta bir seferinde Dumlupınar’da birlik Yunanlıların ateş hattında kalmış ve yukarıdan Yunan ateşinden kurtulmak amacıyla bir taktik izleyerek kurtulabilmişlerdir.”

            “Yüzbaşı Hafız Ahmet en seçkin askerlerinden birisine görev vererek şifreli bir mektupla diğer birliklerle koordineli hareket etmek amacıyla sabaha karşı 05.00te Yunan’ı iki yakadan kuşatarak yenebilecekleri ifade etmiş ve diğer birlik komutanları da bu fikri benimseyerek ertesi sabah 05.00 de Yunan’a karşı ortak harekâta girişilmiştir. Türklerin ortak saldırı harekâtına karşı tutunamayan Yunan kuvvetleri dağılarak batı yönüne doğru kaçmaya başlamıştır. .”

            Bölük ve birlikler arasında irtibatın koptuğu bir ortamda Yüzbaşı Hafız Ahmet’in ortak hareket kararı sonucu Yunan’a karşı birleşebilmişlerdir. Bu arada Yukarıdan Türk birliklerini gözetleyen Yunan askerleri bizi yıldırmak amacıyla kayaları ve taşları üzerimize yuvarlarken “Pis Turko” diyerek askerlerimizin de moralini bozmaya çalışmaktadır. Biz ise siperlerden çıkamaz olmuştuk Yunanlıların bu oyunu karşısında.”

            “Ertesi sabah şafak vaktinde anlaşılan saatte Türk askerleri Yunan askerini arkadan sarma harekâtıyla kuşatmış ve Yüzbaşı Hafız Ahmet ve birliğini Yunan kuşatmasından kurtarmıştır. Elbette bunda en büyük pay Yunan makineli tüfeklerinin ateşine aldırmadan diğer birliklere Yüzbaşı Hafız Ahmet’in mesajını götüren askerin çok büyük rolü olmuştur.”

            “Türk askerlerinin Allah Allah sesleri şafak vaktiyle başlamış ve Yunan birliklerinin Türklerin yıllarca geçemez dediği mevzileri birkaç saat içerisinde geçip tel örgüleri aşarak Yunan’ı bozguna uğratmışlardır.”

            “Daha sonra zaten Yunanistan kaçmaya devam etmiş ancak kaçarken yağma yıkma, talan her ne varsa akla hayale gelmedik zarar ve kötülük yaparak geçtiği yerleşim yerlerini  yok  ederek İzmir’e kadar kaçmıştır.”

            Afyon, Uşak, Kula, Salihli, Alaşehir, Ahmetli, Turgutlu, Manisa ve nihayetinde İzmir’e kadar Yunan takip edilmiştir.

            “Bu arada kayınpederimin anlattığı ilginç bir olay daha anlatayım size: Bizim askerler Yunan kaçarken girdiği şehirlerde boş olan ve Yunanlıların terk ettiği dükkânlar yağmalamak istemiş ve hafız Ahmet buna izin vermemiştir.”

            Bu arada araya girip Hafız Ahmet’in Yüzbaşılık konusunu açıyorum. Bildiğimiz kadarı ile askeri okulda okumayan Alaşehir’de yüksek dereceli medrese eğitimi alan Hafız Ahmet’e yüzbaşılık rütbesini kimin verdiğini bununla ilgili ellerinde bir belge olmadığını soruyorum?

            “O konuda bilgisinin bulunmadığını ancak o zamanlar yüksek tahsil yapanlara böyle rütbelerin verildiğini ifade diyor Hüseyin dayı.”

            Yunan İzmir’den sürüldükten sonra Hafız Ahmet vatanın kurtarılmış olduğunu düşünerek İzmir’de askerlik görevinden ayrılmak amacıyla istifasını vermiştir!

            Bu arada kahvelerimiz de gelmiş ve 90 yaşında bir solukta her şeyi anlatmak amacıyla helecan ve heyecanla soluk soluğa kalan Hüseyin dayı kahve ile bir nebze soluklanmış oldu!

            İzmir’den Yüzbaşılıktan ayrılarak Akviran-Ağviran-Avren-Akören isimleriyle anılan köyüne gelen Hafız Ahmet köyünde sade bir hayat sürmeye ve yeniden leşberliğe (tarıma) dönmüştür. Köyünde karşılıksız hocalık yapmış ve geçimin tarımla kazanmaya çalışmıştır 1969’daölümüne kadar Yüzbaşı Hafız Ahmet!

            -“Hüseyin Dayı. Hafız Ahmet’in İstiklal Madalyası ve kılıcının odluğunu duyardık ancak ben sadece düğünlerde yaren başının elindeki kılıcı hatırlıyorum onlara ne oldu?

            “Kılıç şu anda küçük kızı Eşe’de sanırım. Fadime Hanım Osman Nuri’nin Kızında yani torununda olduğu söyleniyor! Torun şu anda Salihli’de yaşıyor. Ancak bu konuda kesin konuşmayayım. Kâhya Dayının oğlu Ömer’de yani Hafız Ahmet’in torununda olduğunu da söylüyor bazıları. Ne desem boş.  Emin değilim.”

            -Yüzbaşı Hafız Ahmet’in kılıcı nasıldı bize anlatır mısın?

            “ Şöyle iki parmak eninde yüzü olan 50-60 cm uzunluğunda tutma yeri olan bir kılıçtı. Kılıçtan başka bir de Filintası vardı! Mavzer’ o zamanlar Filinta derlerdi. Bir de mavzeri vardı. Bugün onlara tüfek diyorlar! Ayrıca Bareballum marka tabancası da vardı. Askeri kıyafetlerini falan İzmir’de askerlikten istifa edince bırakmış. Ancak silahı, kılıcı, tüfeğinin olması ayrıca kendisine bağlı bir birliği yönetmiş olması omun yüzbaşı olduğunu ortaya koyuyor zaten.”

            Ancak fakirliğin gözü kör olsun fakirlikten tabancasını, mavzerini satmak zorunda kaldı daha sonra Hafız Ahmet! Kolay değil 8 çocuğu vardı. Onlar geçindirmek zordur. O yüzden çiftçilikten çok fazla bir şey gelmezdi. Hocalıktan da beş kuruş para da almazdı. Ne yapsın o da İstiklal Savaşı hatıralarını gözyaşları içerisinde satmak zorunda kaldı! Dört kız dört erkek çocuğu vardı”

            “Hafız Ahmet deyip de geçmemek gerek. Kuran, tefsir, Arapça..birçok bilime vakıf bir insandı. Öyle bir saygınlığı ve ağırlığı vardı ki köyde ve çevre köylerde. O olmadığı zamanlar onun vekâlet vermediği kimseler köyde Cuma namazı kıldıramazdı! Bu kadar saygın ve bilgili birisi idi! Bu mıntıkada nereye gitse, köyde nereye varsa Hafız Ahmet’i görenler ayağa kalkar saygı ile ona temaşa ederlerdi. Onun sözünün üstüne başka söz konmazdı. Küsleri barıştırır, insanlar arsında sulhu sağlar ve köyün en saygın insanı olarak bilinirdi. Sadece bu köy değil çevre köylerden de ona akıl danışmaya gelen çok olurdu!”

            -Peki, Yüzbaşı Hafız Ahmet 1969’da rahmetli oldu. Cenazesi nasıl kaldırıldı?

            “Onun vefat ettiğini duyanlar akın akın bu köye geldiler. Caddeler, sokaklar dolup taştı. Bizim eski camii cenaze namazına gelen insanları almadı. Ancak askeriyeden, resmi olarak herhangi bir katılım olmadı cenazesine. Köyde sade İslami usullere göre cenaze namazı kılındı ve şu anki mezarlığına defnedildi naşı. Öldüğünde daha dinçti. Ancak bakımsızlık ve fakirlikten kendini koruyamadı. Eğer şimdilerde olsaydı daha iyi bakılırdı ama kolay değil çoluk çocuk derdi… İnsanı çabuk yıpratıyor. Hafız Ahmet’te öyle oldu. Çabuk yıprandı.

            Şu anki mezarını İstanbul’da yaşayan oğlu İsmail yaptırdı. İsmail emekli öğretmendir. Mezarında sadece Ahmet Sümer yazıyor. Başka bir şey yazdırmadı!

            Sadece Ahmet Sümer!

            Ne bir yüzbaşılık ne de hafızlık… Bunlar dünyada kalır.

            Mezar taşında yazan ismi sadece Ahmet Sümer’dir.

            Tıpkı Eyüp’te Piyer Loti Tepesine çıkarken sol tarafta duran Necip Fazıl Kısakürek’in mezar taşında Necip Fazıl yazmansı gibi…

            Biz ne mi yapıyoruz bu çalışmamızla:

            Çok fazla bir şey yapmıyoruz aslında.

            Bu dünyadan Yüzbaşı Hafız Ahmet Sümer de geçti deyip ardından hayır dualarını eksik etmeyecek insanlar olurda bir Fatiha okur diye düşünüyoruz.

            Hafız Ahmet aynı zamanda Rahmetli Feyzullah Dedemin en yakın arkadaşlarından birisiydi de. Belki böylece dedemin de benden bir isteğini yerine getirmiş olur ve huzuru mahşerde bu konuda hesaba çekilmem diye murat ederiz!

 

 

.



 

ARABIN EVLERİ

NACİ YENGİN

WWW.TARİHİSTAN.ORG

Bir şehri ortaya çıkarmanın yolu o şehri meydana getiren köylerin sosyo-kültürel dokularını ele almaktan geçiyor.

            Türkiye'de her ilde bir üniversite neredeyse var.

            Niversitelerin bir görevi de bağlı bulundukları bölgelerin kültürel dokularını ortaya çıkarmak olmalı. Bu düşüncelerle kurulmuştu üniversitelerimizin birçoğu. Ancak 90'lı yıllarda çoğalan üniversitelerimiz gereken ilgiyi göstermedi, gösteremedi Yerel kültür adına!

            Yerel araştırma yapmak zor, masraflı ve zaman alıcı bir çaba gerektirir. Bu uğurda büyük özverilerde bulunmak gerekir.

            Manisa ve çevresi hakkında yapılmış Alan Araştırmaları yok denecek kadar azdır. Valilik ve Belediyelerin çalışmaları bir kenara konacak olursa Celal Bayar Üniversitesinin yerel tarih ve kültürel anlamda yapılmış ciddi çalışmaları var mıdır bilemiyorum.

            Hevesli bazı araştırmalar yok değildir elbette. Ancak bu çalışmalar bilimsellikten uzak olmalarının yanı sıra bilgi ve belge eksikliği taşıdıkları için rağbet görmezler. Ancak yine de köy, kasaba ve şehirler adına içinde Sancı taşıyan araştırmacılar yılmadan yorulmadan yazmaya, anlatmaya ve çalışmalarını ortaya koymaya devam ederler.

            'Batı Anadolu'da Türkmen Yerleşim Örneği: Akören Köyü' araştırmamız getirmiş ve birçok Akademisyen ses, araştırmacıya yol göstermiştir. Biz de bu Heves ve teşvikle köy ile ilgili araştırmaya devam etmeye çalışmaktayız.

            Bu cümleden hareketle yüzyıllardır Akören köyünde anlatıla-söylene gelen 'Arabın Evler Türküsü'nü ele alacağız.

 

ARABIN EVLERİ

            Arabın Evleri taştır Yıkılmaz

            Üstüne çıkıp ta yare bakılmaz.

            Yârim güzel deyip çalım satılmaz.

           
            Ne Arap ne ettin ettin

            Çevresi Aynalı da Allı Gelini.

 

            Arabın evleri bir uçtan bir uca

            İçinde yatmadım üç gün üç gece

            Ne ettin, neler ettin Allı Gelini,

            Aynalı çevresi telli gelini.

 

            Arabın Evleri hamam yakın

            Hamamdan çıkmış ta geline bakın,

            Ne ettin ne ettin Allı Gelini,

            Çevresi Oyalı Telli Gelini.

                                             Akören Köyü / Anonim

 

            Anadolu'da köylerde Türk Düğünleri BİR BAŞKADIR.

            Yüzyıllardır değişmeden günümüze kadar süregelen en önemli kültürel dokulardan birisi de Akören köyünde düğünlerin ayrı bir şölen ve ayrı bir coskuyla yapılmasıdır.

            Akören köyünde herkesin ortak Mirası olagelmiş ve efsaneleşmiş türüdür Arabın Evleri 'türküsü.

            Efsaneleşen Türküler türküye malzeme olan konularıyla bilinir, hatırlanır. Bu yerleri için de söylense de bu türkünün Akören Köyü'nde söyleniş ve anlatılış Hikâyesi BİR BAŞKADIR her ne kadar başka köy ve yerleşim nedenle. Bu açıdan türkü Akören Köyünün malı haline gelmiş sayılmalıdır.

            XIV. Yüzyılda Arnut ve TUDER Aşiretlerinden Ali ve Mehmet kardeşlerden Geldiği soylenen Akören Köyünün tam karşısında 'Şeytanlı Yar' adıyla meşhur bir uçurum bulunmaktadır.

            Ele aldığımız türküye konu olan yar halen mevcuttur.

            Rivayet odur ki yüzyillar öncesi Şeytanlı Yar'a gelip kendisine bir kulübe kuran 'Arap' lakaplı bir şahıs vardır. Bu şahıs köylüye yardım eder, çobanlık yapar ve geçimini Köylü sağlarmış. Gel zaman git zaman güzelliği dillere destan olan ve AİLESİNİN üzerine titrediği; beğenip de ağa çocuklarıyla evlendirilmeyen 'saraylara layık' bu kıza sevdalanır Arap. Arap dediysek gerçekten teni siyah olan bir garibandır bizim Arap!

            Sevdasından ne yapacağını bilemeyen Arap kızı ailesinden istemeyi bir türlü cesaret edemez. Ancak gönlüne söz geçiremez. Gözünü karartır ve yanında Çalıştığı ağasından yardım ister. Ağa önde Arap arkada sevdalandığı kızı istemeye giderler. Ancak kızın babası kızı Araba vermez. Vermemek bir yana bir de Arabın evini barkını yıktırır!

            Arap bağrına taş basar ve bu sevdayla Köyün karþýsýnda kızın evine doğru her gece ateş yakar ve kavalıyla yanık türküler söyler.

            Kız hakkında çıkan dedikodulara bir oğlu kızlarının Arap tarafından rahatsız edilmesinden ve köyde vermek isteyen baba kızı bir başkasıyla evlendirir!

            Üzerinde köyü ve geleneklere göre Harmandalı havalarıyla Şeytanlı Yar'dan dolaşacaklardır de Perşembeden başlayan düğünün son günü Seğmen Basının Çektiği Seğmenler önde gelin, görümce ve gelinin eltisi arkada olmak üzere gelin alayı.

            Şeytanlı Yar'da taş evinde Arap 'Bana yar olmayanı başkasına yar etmem' türküsünü söylemekte ve planlar kurmaktadır.

            Gelinin atı yakınlarınca güvenli bir şekilde tutulmakta ve gelinin üzüntüsünü hafifletecek Maniler, türküler söylenmektedir.

            Gelin alayının yaklaştığını Sancılar içinde, isyan duygularıyla sevdası kabara kabara izleyen Arap şeytani planını uygulamaya koyar.

            Hiçbir zaman yanından ayırmadığı okuyla sevdalısını vuran Arap sevdalısının kanlar içinde kaldığını görüp kaçar. Hem de gelinin dizginlerin tutan yanında Çalıştığı ağasıdır. Tüm aramalara rağmen bulunamayan Arap bir daha Şeytanlı Yar'a uğramaz!

            Gelin alayı güveyin evine varır varmasına ama ne davul çalmaktadır ne de zurna sesi duyulmaz köyden. Üzerinde gelin evine indirilirken attan götürülen yeni verir de yapabilirsiniz.

            Bu olay köy ve çevrede derin bir matem havası yaratır. Köyde bu matem üzerine kız tarafı ağıtlarında 'Arabın Evleri' söylenir ...

            O gün bu gündür Gelinler atla dolaştırılırken Şeytanlı Yar'dan geçerken aynı türkü veya ağıt söylenir durur. 
 

SALİHLİ VE MİLLİ MÜCADELE

      TARİH 17 Eylül 1922 Resmi tebliği göre;

        Yunanlılar Salihli ve köylerini tamamen yakmışlardır. Gerçekten Salihli daha işgal edilmeden önce, Yunan işgal kuvvetleri henüz Turgutlu’da iken, Salihli Kaymakamı Hasan Fikret, Müftü ve Belediye Reisi:”Egemenliğimizi sizinle paylaşmak istiyoruz” diyerek, Yunan işgal kuvvetlerini Salihli’yi işgal etmeye davet etmişler, Yunan komutanlarına ziyafet çekmek için halktan zorla para toplamışlardır, ama nafile…

            …Salihli işgal edildikten sonra yapılan zulüm ve işkenceler Menemen ve Turgutlu’da olduğu gibi işgal süresince devam etmiştir.

            Yunan Ordusu ricat halindeyken, kılıç artığı Yunan askerleri ve Yerli Rumlar tarafından 6 Eylül günü Salihli’de her yer tamamen yağmalandıktan sonra katliamlar yapılmıştır. Burada tespit edilebildiği kadarıyla 100 kişi ateşe atılarak öldürülmüştür.

            Halide Edip Adıvar Başkanlığındaki Mezalim Tahkik Heyeti’nin Raporu:

            3000 evden 2000’i yakılmış, yakılmayan evler Rum mahallesindedir.

             402 dükkân, 2 cami; 22 han, 2 otel, 12 fırın, 5 fabrika, 1 kahvehane, 1 sinema yakılmıştır.

            Hasat mevsimi olduğu için yeni toplanmış olan üzüm, tütün, buğday tamamen yakılmıştır.

            14 köy tamamen, 6 köy kısmen yakılmıştır. Köylerde 1200 kişi öldürülmüş, yağma ve ırza tecavüz olayları vuku bulmuştur.

            Salihli ve köylerinde hiçbir canlı hayvan bırakılmamıştır.

             Hükümet konağı, 3 okul, 1 havra yakılmıştır.

            15000 nüfuslu Salihli’de 8000 kişi kalmıştır.

            Kent içinde sadece 15 aile toplam 100 kişi yangından kurtulmuş, tesadüfen yakılmamış, bir camiye sığınmış olarak bulunmuşlardır.

             İşgal güçlerinin 2 yıl içinde tutuklayarak Yunanistan’a sürdükleri çok sayıda seçkin insan dönmemiştir.

             Yunanlılar ricat ederken beraberlerin de götürdükleri 100 kadar kadın ve genç kızdan bir daha haber alınamamıştır.

 

     Kaynak : Anadolu’da Yunan Zulüm ve Vahşeti. 1938 Ankara

Anadolu'da Yunan Zulüm ve Vahşeti, Matbuat ve İstihbarat Matbaası,

Ankara 1338 (1922) 

                           Yüzbaşı  Hafız Ahmet 

        

 
 

 

         Birkaç satırla dahi olsa ismini bulmuş olmanın rahatlığı ve Yüzbaşi Hafız Ahmet adına duyduğum sevinçle yeni bilgi arayışlarına zemin hazırlayan Teoman Ergül ve “İşgal” romanına binlerce teşekkür sunarak kitabı kapatıyorum.

          Hayallerimi süsleyen masallar gibi köy meydanlarında anlatılan “İhtiyatlık-seferberlik-çeteye katılma-Milli Mücadele” kavramları yıllarca benimle beraber yaşadı. Meslek olarak tarihçiliği seçmemde etkili olmuştur zihnimde yaşattığım hayalle gerçek arsındaki hikayelerin büyük etkisi.
         Ege’nin kendi halinde küçük bir köyüydü sonuçta doğduğum köy. Ne gibi etkisi ve katkısı olabilirdi ki Milli Mücadele’ye?
         Bu sorunun cevabını bulabilmek için yılların geçmesi gerekiyordu. Ancak küçüklüğümden itibaren benimle birlikte büyüyen merakıma verebileceğim cevapları kendim bulmam gerekiyordu.
         Öyle yaptım.
         Sorularıma cevaplar aramak için gidip İstanbul’da tarih eğitimi aldım.
         Otuz yıldır da aramaktayım küçüklüğümden kalma sorularımın cevaplarını.
         Bulabildim mi?
         Tam değil.
         En azından hepsinin cevabını buldum diyemem. Bunda benim de ihmalkarlığım var kuşkusuz. Çünkü madem tarih okudun niçin edebiyata meylettin deler insana!
         İnsanların eleştirilerine alıştım. Haksız değiller üstelik.
         Aslında biraz da işin üzerime yıkılmasından korkuyordum! Bu korkuyu birkaç yıldır köylünün beklentileri karşisında iyiden iyiye yaşamaya başladım.
         Çevre köy ve kasabalarla ilgili biraz da burun kıvırarak baktığım küçük çalismalar yapıldıkça; daha da önemlisi Adala ve Salihli ile ilgili çalismalar içerisinde eksik, hatalı ve lütfen bahsedilen köyümün acıklı halini görünce “İş başa düştü. Artık zamanı geldi. Kaçış yerim kalmadı. Şöyle doğru dürüst bir çalisma yapalım da Akviran-Akören Köyü neymiş insanlar görsün” diye kafa yormaya başladım.
         Bir köyün, şehrin ve bölgenin tarihini araştırmak biraz da bölgenin sos yo-ekonomik, dini sosyal ve kültürel yönlerini de incelemeyi zorunlu kılıyor. Olayları net olarak ortaya koyabilmenin yolu araştırma alanını bir bütün içerisinde incelemek ve ele alınan köy, kasaba, şehir ve ülke genelinde meydana getirdiği önemi ortaya koymakla mümkündür. Bu gerçeği yadsıyarak ortaya konan eserlerin sınırlı ve kısır kalacağı aşikardır.
         Küçüklüğümde köy odalarında, kahvehanelerde, akşam gezmelerinde Milli Mücadele bahsi geçtiğinde Yüzbaşi Hafız Ahmet ismi çokça zikredilir ve bundan tüm köy halkı gurur duyarak anlatılırdı. Hafız Ahmet’in Sakarya Savaşina katılması, Afyon Cephesindeki kahramanlıkları, savaşta kullandığı kılıcı ve İstiklal Madalyasından övgüyle bahsedilir hep.Gazilik unvanı…
         Hafız Ahmet’in saygın bir yeri varı köyde. Sözleri kanun yerine geçermiş babamın anlattığına göre sağlığında Hafız Ahmet‘in.
         Mondros sonrası Yunan işgali Manisa’da 26 Mayıs 1919, Salihli’de ise 22 Haziran 1919 tarihlerine rastlar. İşgalden kurtuluş ise Salihli 5 Eylül, Manisa ise 8 Eylül 1922’dir. Bu süre içerisinde yaşanan sosyal, siyasi, kültürel ve toplumsal olayları ortaya koymadan Milli Mücadele tarihi yazılamaz. Cumhuriyet Tarihi yazarlarının saha araştırması yapmadan ele alacakları eserler kısır ve bilineni tekrardan ibaret olacaktır.
         Milli Mücadele dönemine dair Manisa ve ilçeleri merkezli yapılan araştırma ve roman sayısı yeterli değil. Kamil Su’nun “Manisa’da İşgal Acıları”, Mustafa Yıldırım’ın “Ulus Dağına Düşen Ateş”,Teoman Ergün’ün “İşgal” romanları ilk akla gelenler.
         Teoman Ergül bölgeyi tanıyan ve en son çalisma yapan araştırmacı.
         Avukat olması onun edebiyatla ilgilenmesi ve ele aldığı eserlerin hakkını vermesine engel değil. Aksine “Nurbanu”, “Selim ve Nurbanu” ve “Altının Laneti” gibi romanlarla okuyucunun takdirini kazanmayı bildi.
         Teoman Ergül’ün “İşgal” romanı roman formatında olmasına rağmen Manisa il ve ilçeleriyle birlikte Ege Cephesi Kuva-i Milliye ve Milli Mücadele örgütlenmesini ortaya koyması açısından önem taşiyor.
         İşgal günlerine dair not düşmek, yenilgileri akıldan çikarmamak her ne kadar tarih yazıcılığı geleneğimizde yoksa da; bu duru toplumsal hafızamızda derin yaralar açan olayları unutma-unutturma eylemi gibi görünse de hiçbir zaman unutulmaması gereken gün ve yılları hatırlamanın bir zararı olamaz. Bu açıdan bakıldığında zaferlerden çok yenilgilerin hatırlanması gerekir düşünmekteyiz.
         Yazarların bir görevi de toplumun hafızalarını canlı tutmak olmalıdır. Özellikle ele alınan konu Toman Ergül’ün “İşgal” romanında olduğu gibi hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken; son yıllarda bağımsızlık, manda gibi konuların daha bir önem kazandığını düşünecek olursak romanın zayıflayan hafızalara önemli ip uçları vereceğini düşünüyoruz.
         Yıllarca biriktirip büyüttüğüm hafızamdaki kahramanlar hakkında en ince ayrıntısına kadar araştırılarak kaleme alınmış bir roman var karşimda.
         Burada bir gerçeği ifade etmeden geçemeyeceğim. Teoman Ergül romanında Manisa Müftüsü Alim Efendinin Balıkesir Kongresine katılımının yanı sıra Alaşehir Kongresine de katıldığını ifade etmiş olsa da bunun tarihen mümkün olmadığı sabittir. Bu konuyu 13 Aralık 2006 Çarsamba günü saat 20-21.3o arasında gerçekleştirilen “Müftü Alim Efendi’yi Anma Panelinde paylaştığımda “Alim Efendi’yi ön plana çikarmak amacıyla Alaşehir Kongresine katılmış gibi gösterdiğini” ifade etmiştir. Her ne kadar hoşgörü ile bakmaya çalissak da bu durum tarihi şahsiyetlerin etrafında gerçekleşen çalismalarin roman dahi olsa kesinlikle doğrulardan yola çikilarak yazılmasını zorunlu kılar yazarı. Bunun dışında yapılan çalisma titiz bir araştırma ürünün romanlaşmış şeklinden ibaret. Ege Bölgesi, Manisa ve ilçeleri hakkında genel bir tarih bilgisi bulunmayan ve Milli Mücadele’nin örgütlenmesine ilgi göstermeyen bir okuyucunun romandan sıkılabileceğini dahi söyleyebiliriz. Hatta her ne kadar roman da olsa yazarın kitap sonunda yararlandığı kaynakları görmek isterdim.
         “İşgal” romanını okuyuncaya kadar derli toplu bir bir çalismada bulamayacağınız bilgileri, bölgede mücadeleye katılmış insanları bulabiliyorsunuz. Bu açıdan faydalanılabilecek önemli bir çalisma gibi yazar kılı kırk yararak hazırlanılmış romanı. Sanki belgesel hazırlığı içerisinde yöre insanıyla bizzat görülerek yazılmış birinci elden hazırlanmış izlenim ediniyor insan roman sayfalarında cepheler arasında dolaşip, Çerkez Ethem, Sarı Efe, Mestan Efe, Şahyarlı Mustafa, Hacim Muhitin, Sarıklı Hoca, Tevfik ve Reşit Beyler, Parti Pehlivan, Eşref Sencer Kuşçubaşi Çiftligi, Bin Tepeler, Sart Mustafa, Adala, Ağviranlı Hafız Ahmet; öte yandan Manisa’yı teslim eden ve halk tarafından Yunan Hüsnü lakabı ile anılan Mutasarrıf Hüsnü, Hıristosmos…mandacılar, Milli Mücadele karşitları ve daha nicelerini yakından tanıdıkça.
         Romanı başarılı kılan önemli bir özelligi de İzmir’in işgali sonrası Manisa, Alaşehir, Salihli, Ahmetli… halkın örgütlenis modeli, mahalli kongreler ve bu kongrelere, direniş çabalarina karşi insanların içinde bulunduğu karamsarlık-ikircillikli durumun ortaya konmuş olmasıdır. Öyle ki, düzenli ordu öncesi Kuva-i Milliye yerel direnişinin ortaya çikmasi ve bu aşamada yaşanan sancılar çok fazla ele alınmadı şimdiye kadar edebiyatımızda.
         Bölge insanının bir yandan can ve malını kurtarmanın telaşi diğer yandan güvenebileceği bir güç arayışı; bir yandan Yunan ve İngiliz güç faktörü öte yandan dini ve sosyo-kültürel geleneklerin, alışılagelmiş bir yönetim bağımlılığının sürdürülmeye çalisilmasi, diğer taraftan da kendilerini korumaya gelen ancak uygulamaları güce-zorlamaya dayalı vatan için mücadele eden birliklerin baskıları ancak bunu bağımsızlık için yapıyor olmalarının rahatlığı ile Milli Mücadeleye katılıp katılmama sancıları.

 

Not:Değerli akademisyen  kardeşim Doç Dr. Kenan Erdoğan Bey'in İfadeleri çerçevesinde " Yüzbaşı Hafız Ahmet" yazımız sadece Teoman Ergül'ün 'İşgal' romanı çerçevesinde kaleme alınan bir yazı değilidir. Yüzbaşı Hafız Ahmet, dedem Feyzullah Çakır'ın yakın arkadaşı olup verilen bilgiler doğrudur. Ve halen yaşayan akrabaları tarafından da teyit edilmektedir.

 

 


 

 

 


 


 
  Toplam 19824 ziyaretçikişi burdaydı! BY TARİHİSTAN.ORG